Roma tarihine dair önemli metinler sahte olabilir mi?
Bazı alışılmadık ilgi alanlarım var, ama herhalde en sevdiğim zaman geçirme yollarından biri tarihin tarihine dair komplo teorilerini araştırmak. Bu yazıda sizlere, Avrupa tarihini, bu tarihin doğru olmadığını düşünenlerin görüşlerini ele alarak öğrenme zevkini tattırmak istiyorum.

Vincent of Beauvais dünya tarihini anlattığı Speculum Historiale kitabını yazarken, MS 1480 civarı
Böyle düşünen insanların çoğu gerçekte 2019 yılında yaşadığımıza inanmıyor. Kimilerine göre doğrusu 1700’ler civarında bir tarih olmalı, hatta aralarından en radikal olanları bu yazıyı MS 1019 yılında okuyor olduğunuzu ve tarihteki koca bir binyılın sayısız ve birbirini besleyen tarihleme ve kronoloji hataları nedeniyle ortaya çıktığını iddia ediyor.
Yunan ve Roma tarihine dair bildiğimiz hemen hemen her şeyin kurgu olduğunu, Ortaçağ sahtekârları tarafından üretildiklerini ve devam ettirildiklerini düşünenler de var.
Bu insanlar deli veya aptal, düz dünyacı veya aşı karşıtı insanlar değil. Bu inanca sahip insanlar yüzyıllar boyunca hep oldu; sadece çoğu bu teorilerini YouTube’da anlatmıyor. Bunun yerine tarihsel kaynakların ayrıntılı dökümlerini içeren, tarih ve tarih çalışmaları üzerine zor sorular ortaya atan karmaşık argümanların yer aldığı kitaplar yazıyorlar. Genelde de kolektif anlatıdan ayıklanan mantık hatalarına ve sorunlu noktalara işaret ediyorlar.
Bunlardan bazıları tanınan isimler değil. Ancak aralarında bilim insanları, matematikçiler ve tarihçiler de var ve biri de hayli ünlü bir isim: Kadim Krallıkların Düzeltilmiş Kronolojisi adlı çalışması ölümünden sonra, 1728 yılında yayımlanan Sör Isaac Newton. Newton, zaman çizelgesine yanlışlıkla yüzlerce yıl eklendiğine inanıyordu.
Peki doğru mu söylüyorlar? Eğer haklılarsa bu bir fark yaratır mı? Bu yazı dizisinin amacı bu sorulara cevap vermek değil. Tarihi hep çok sevmişimdir, ama tarih öyle bir alandır ki sonsuz bir bilgi deryasında ve işin eğlenceli tarafında kaybolmak işten bile değil. Bu tuhaf teorilerin öne sürdüğü iddiaları incelemek fikir edinmeme yardımcı oluyor ve başka türlü keşfedemeyeceğim yolları keşfetmemi sağlıyor. Sonuçta bu teorilerin doğru olup olmadığına dair kesin bir kanaat geliştirmiş değilim, ama bunun bir önemi yok. Öğrenme süreci zaman zaman cevapların kendisinden daha değerli.
Bu yazı dizisinde bu teorilere inanıyormuşum gibi davranarak tarihin yanlış olduğunu iddia edeceğim. Gerçekten bu teorilere inandığımı varsaymayın; sadece teorileri bu şekilde tanıtmak daha eğlenceli. İşe, Roma tarihinin büyük oranda sahte olduğuna dair görüşlerle başlayacağım ve daha sonra zaman çizelgesindeki kaymaları, radyokarbon ve ağaç halkası tarihlemeyi ele alacağım.
Pekâlâ. Hem yeni şeyler öğrenmek hem de kendinizi Da Vinci’nin Şifresi’ndeki Robert Langdon gibi hissetmek istiyor musunuz? Eğer istiyorsanız alternatif kronolojilerin tepetaklak dünyasına dalmalısınız!
Avrupa Tarihinin Kaynakları
Gençliğimde, Roma İmparatorluğu hakkında bir şeyler öğrenmeye başladığım zamanlarda, binlerce yıl öncesindeki kişilere ve olaylara dair oldukça ayrıntılı hikâyeler dinledim. Büyük anıtların veya heykellerin üzerinde yazan Latince kitabeleri de görmüştüm. Doğal olarak şu sonuca vardım: Roma İmparatorluğu hakkındaki bilgilerimizin kaynağı, taşın veya metalin dayanıklı oluşu sayesinde korunabilen yontulmuş yazılardır.

Poggio Braccolini, meşhur Rönesans hümanisti ve Lara Croft’un Ortaçağ versiyonu
Sonradan bunun böyle olamayacağı anlaşıldı. Ne kadar çok anıt veya heykel yapılmış olursa olsun, elimizdeki bilgiler heykel veya anıtların yüzeyine sığdırılamayacak kadar ayrıntılıydı. Roma tarihine dair bildiklerimizin parşömene yazılmış kitaplardan geldiği açıktı. Öyle ya, başka türlü nasıl olacaktı? Yine de yerine oturmayan bir şeyler vardı. Aradan geçen 2 bin yıl neredeyse her şeyi toza döndürmüştü. Sulak turba bataklıklarını ve diğer alışılmadık arkeolojik kazı sahalarını saymazsak; bu kadar uzun bir zaman diliminden sağ çıkabilecek tek şey taş, kil veya metalden yapılmış biyolojik olmayan kalıntılar olabilirdi. Peki hiçbir şey bu yıkımdan kurtulamamışken nasıl oldu da kitaplar kurtuldu?
Görünüşe göre, tarih bilgimizin kaynaklarına dair sorular sormaya başladığınız zaman muğlak, tuhaf ve genelde epeyce mantıksız hikâyelerden oluşan sonsuz bir döngünün de yolunu açmış oluyorsunuz.
İlginç bir gerçekle başlayalım. Antik Roma’yı ele alan herhangi bir tarihsel belgenin kökenini araştıracak olsanız, gidebileceğiniz en uzak tarih MS 10. yüzyıl civarıdır. Roma İmparatorluğu hakkında bildiğimiz hemen hemen her şey Ortaçağ’dan kalma elyazmalarına dayanır.
Çöküş ve Karanlık
Geleneksel tarih olayları şu şekilde anlatır. Roma İmparatorluğu yaklaşık 1000 yıl süren ve bütün Avrupa’yı etkisi altına alan bir karanlık çağa girer. Kültür ve eğitim yok olur. Geliştirilen beceriler unutulur; bir zamanlar sıradan kabul edilen mühendislik başarıları imkânsızlaşır. İtalya ıssızlaşır, nüfusu yaklaşık 7 milyondan 2 milyona düşer. Tacitus gibi üstün yetenekli antik tarihçiler tarafından yazılan -ve imparatorluktaki yaşamı ayrıntılı bir dille ve eğlenceli bir Latinceyle anlatan- kitaplar insanların ilgisini çekmez olur. Daha da fenası, Hıristiyanlığın ilk dönem papaları dünyayı sapkın görüşlerden arındırmak amacıyla kitap yakma çalışmalarına başlar. Fakat neyse ki birkaç kitap keşişler tarafından kurtarılarak manastırlara götürülür ve yüzyıllar boyunca asıllarına sadık kalınarak tekrar tekrar çoğaltılır. Kâtipler nesiller boyu kendilerini bilginin muhafazası işine adarlar; hatta kitaplardaki bozulmanın aşırı boyutlara vardığı ve yazıya geçirdikleri şeyin ne olduğunu tam anlamadıkları zamanlarda bile. İşte erken dönem Avrupa medeniyetinin bütün bilgisi ve aydınlığı böyle yok olur.
Karanlık çağlar nihayet son bulur. Yeni bir devir başlar: İtalya’da Rönesans (kelime anlamı yeniden doğum) başlamaktadır. Medici Ailesi gibi ultra zenginler ile Vatikan tarafından finanse edilen ve hümanistler denilen kişiler uzun zaman önce unutulmuş kitapların nüshalarını bulmak için Avrupa’yı karış karış dolaşırlar. Bu önemli eserleri ele geçirmek için yapılan Indiana Jones misali takip, İtalyan hümanistlerini bilinen dünyanın sınırlarına kadar götürür: bir ipucu için yıllar harcarlar, artık kullanılmayan kiliseleri bulmak için dağlara çıkarlar, kara kulelerin ve kasvetli zindanların peşine düşerler. Bu kitapları yeniden medeni dünyaya getirerek sanat, bilim ve kültür alanındaki antik bilgeliği gün yüzüne çıkarırlar.
Öğrenme faaliyeti yeniden başlamıştır ve ilerleme o zamandan bu yana kesintisiz devam etmektedir.
Rönesans tarihçilerinin inanılmaz kısmeti
Bu aşamada incelenmeyi hak eden birkaç husus var.
İlki, geriye çok fazla kitap kalmamış olduğu gerçeği. Roma döneminden kalma eser bolluğu falan yok. Roma İmparatorluğu anlatılırken bize inanılmaz sayıda ayrıntı verilir; yine de genelde televizyon dizilerinde ya da müzelerde bu ayrıntıların çoğunun, tek bir yazara bile değil tek bir kitabın tek bir yazılı kopyasına dayandığı pek söylenmez. Sadece bir örnek verelim.

Tacitus üretken bir tarihçiydi; 30 kitaplık devasa çalışmasında bize Roma İmparatorluğu’nun canlı bir tablosunu sunar ve çokça ayrıntı verir. Wikipedia Tacitus’un kitapları hakkında şöyle der:
“[Tacitus’un] eserleri, yaşadığı çağın tarihi açısından en güvenilir kaynaktır.”
Bu, Antikçağ hakkında bildiklerimizin çoğu için geçerli: Her çağ için elimizde sadece tek bir kaynak bulunuyor.
İncelenmesi gereken ikinci husus, bu destansı eserlerin bize kadar ulaşmasında şans faktörünün etkisi.
Her ne kadar çoğu kaybolmuş olsa da, günümüze kadar ulaşan çalışmalar döneme dair paha biçilemez kayıtlardır. Yıllıklar’ın ilk yarısı CorveyManastırından gelen elyazmalarının tek bir nüshası ve ikinci yarısı da MonteCassino elyazmalarının tek bir nüshası sayesinde bugüne ulaşmıştır; yani günümüze kadar ulaşmış olmaları bile şaşırtıcıdır.
Rönesans hümanistlerinden Giovanni Boccaccio’nun tanıklığı, Roma döneminden kalma herhangi bir şeyin karanlık çağlardan kurtulmuş olma ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu açıkça ortaya koyar. Boccaccio, Monte Cassino’daki manastırı ziyaret etmiş ve burayı şu şekilde tarif etmiştir:
“[B]u hazinenin bulunduğu ne kapısı ne de bir kilidi olan odayı buldu ve odaya girdiğinde pencerelerde ot bittiğini ve tüm kitapların ve rafların kalın bir toz tabakası ile kaplı olduğunu gördü. [Elyazmasını] çevirdiğinde, tüm sayfaları kesilmiş veya sayfa kenarları hunharca kırpılmış birçok nadide Antikçağ eseri buldu. Odadan çıkarken gözyaşlarına boğulmuştu ve avluda karşılaştığı keşişlerden birine bu ihmalin nedenini sorduğunda, kendisine, birkaç papel kazanmayı uman bazı keşişlerin, ilahi yazmak için kullanmak üzere birçok sayfayı yırtıp bu ilahi sayfalarını oğlan çocuklarına ve parşömenden uzun ince şeritler keserek hazırladıkları muskaları da kadınlara sattığı söylendi.
KLASİK METİNLERİN YENİDEN GÜN YÜZÜNE ÇIKARILMASI
Yazan Prof. Albert Clark
İnanılmaz bir hikâye, tam Hollywood’a layık! Antikçağ insanlarının paha biçilemez tarihinin anlatıldığı bir kitabın dünya üzerindeki son kopyası, bir avuç gezgin maceraperest tarafından mutlak bir yok oluştan kurtarılıyor. Hem de tam zamanında! Sonuçta bu kitapların ne zaman öylece bir kenara atılacağını veya yakacak olarak kullanılacağını kim bilebilir?
Bu hikâyenin çok sık tekrarlandığını fark ettiğinizde bir tuhaflık olduğundan da şüphe etmeye başlıyorsunuz. Marcus Velleius Paterculus’un The Histories kitabı, Beatus Rhenanus tarafından 1515 yılında Murbach Manastırında keşfedilen tek bir elyazmasına dayanır. Başka bir kopyası hiçbir zaman bulunamamıştır ve orijinali, Rhenanus’un bir nüshasını çıkarmasından hemen sonra kaybolmuştur. Cicero’nun meşhur söylevi Pro Sexto Roscio Amerino ile onlarca başka belgenin tamamı, tek bir kişi tarafından keşfedilen eşsiz elyazmalarına dayanır: Rönesans döneminin en ünlü Floransalı hümanisti Poggio Bracciolini. Öncesinde bu elyazmalarının nereden geldiğine dair hiçbir bilgi verilmez, orijinal metinler genellikle keşfedildikten hemen sonra “kaybolur” ve çoğu durumda Bracciolini bu yazmaları hangi manastırda bulduğunu belirtme zahmetine bile girmez. Bir dizi elyazmasına bir örnek:
[Elyazmalarının] keşfiyle ilgili geleneksel hikâye, Poggio’nun bunları bir çöp yığınının altında bulduğu, bunun da elyazmalarının parçalanmış ve bozulmuş olmasını açıkladığı yönündedir.[CLARK]
Bir başka vakada da:
“[kitaplar] pis ve karanlık bir zindanda, bir kulenin idam mahkûmlarının bile kalmayacağı bodrumundaydı.”
Bu paha biçilmez kitapları gerçekten okumakla ilgilenen bir keşiş var mıydı, yoksa sadece kitapları çoğaltmakla mı ilgileniyorlardı? Geleneksel tarihe göre, pek yoktu. St. Gall manastırında:
“Dikkatlice baktığımızda ve toz, güve, is ve kitapların yok olmasına neden olan her şeyle lekelenip işlevini kaybetmiş olan bu kütüphaneyi incelediğimizde Latincenin en gurur verici mücevherlerini böyle kaybettiğini düşünerek gözyaşlarına boğulduk. Duvarların dili olsaydı bu kütüphane bağıra bağıra şöyle derdi: ‘Sizler, Latinceyi gerçekten sevenler, bu ihmal yüzünden büsbütün yok olmama izin vermeyin, beni kitapların ihtişamını gizleyen bu zindandan kurtarın.’ Manastırdaki başkeşiş ve tüm keşişler literatürden tümüyle bihaberdi.”
— Cencio [CLARK]
Bu kitapların sadece yok olmaktan kurtulması ve keşfedilmesinde değil, keşfedilme zamanlamasında da şans faktörü etkiliydi. De aquaeductu, Roma’daki su kemerleri sistemi hakkında bilmek isteyeceğiniz her şeyi anlatan iki kitaplık bir eser. Wikipedia, Simon Schama’nın şu iddiasını alıntılar:
Frontinus elyazmalarının yorulmak nedir bilmeyen hümanist Poggio Bracciolini tarafından 1425 yılında Monte Cassino’daki kütüphanede keşfedilmesiyle birlikte Roma’daki su kemerleri sisteminin inşası ve bakımı ile ilgili ayrıntılar bir kere daha, tam da Rönesans dönemi Roma’sının yeniden canlanmaya ve güvenilir bir içme suyu kaynağına ihtiyaç duymaya başladığı bir zamanda gün yüzüne çıkar.[1]
Kitapların bedeli
Bracciolini gibi adamlar neden bu kadar uğraş verip birçok metin tespit etmeye çalıştı? Tek kelimeyle, para için. Rönesans’a hayat veren, antik dünyayla ve medeniyetle ilgili her şeye duyulan ilginin toplumun en varlıklı üyeleri arasında moda olmasıydı. Yeni keşfedilen Antikçağ eserleri için büyük meblağlar ödemeye hazırdılar. Poggio bir kitap koleksiyonu için 100 duka isteyebiliyordu ki bu, bugünün parasıyla yaklaşık 15 bin ABD doları tutarında altına eşit (o zamanki değerinin ne olduğunu tahayyül etmek çok güç). Vatikan da yeni eserlerin keşfi için ödül koymuştu:
John de Medici, 1513 baharında X. Leo adıyla papalık makamına seçilen muhterem Papa, selefleri tarafından Antik Yunan ve Roma eserlerinin yeni elyazması kopyalarını getirenlere verilen ödül miktarını artırdığını … ve hevesli kâşiflere Papalık Hazinesinden 500 altın para verileceğini ilan eder. [ROSS]
Bu kitapların keşfi için verilen ödüller hayat kurtaran cinstendi. Bracciolini her zaman borç batağında yüzen ve son derece savurgan bir hayat süren bir adamdı, bu nedenle bu kitapları bulmak için bunca zahmete girmesi hiç şaşırtıcı değil.
Kitapların bedeliyle ilgili tuhaf bir durum daha var. Bu elyazmalarının tamamı, hayvan derisinden yapılan bir yazı malzemesi olan parşömen üzerine yazılırdı. Parşömen üretimi de aşırı pahalıydı. Hayvanları yetiştirmek, beslemek, kesmek ve derilerini yüzmek gerekiyordu. Ardından bu derinin yıkanması ve kireçle ovulması, günlerce suda bekletilmesi, bir çerçeveye asılarak gergin bir şekilde yine günlerce kurumaya bırakılması, sonra işlenmesi ve bir kere daha ovulmadan önce üzerindeki tüylerin temizlenmesi gerekiyordu. Tek bir hayvandan sadece üç dört parça yazı malzemesi elde edilebiliyordu.

İngiltere’den modern tirşe üretimi
Yani gördüğünüz gibi kitap üretimi olağanüstü pahalı bir işti. Hatta üzerindeki yazılar silinerek yeniden kullanılan parşömen için bir terim bile vardı: palimpsest. Bu da iki soruyu gündeme getiriyor:
1. Böyle büyük masraflarla üretilen kitaplar neden imparatorluğun en ücra köşelerine atıldı ve unutulmaya terk edildi?
2. Yazı malzemelerinin pahalılığı göz önüne alındığında, daha eski tarihli metinlerde yazarların yazarken sesli harfleri kullanmamak gibi aşırı önlemler yoluyla yerden tasarruf etmeleri yaygın bir uygulamaydı. Peki Romalı yazarlar tek seferde onlarca kitabı doldurmaya yetecek kadar pürüzsüz ve süslü bir yazı stili geliştirmeyi nasıl başardı? Henüz kâğıt hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı; yine de sanki bütün hayatları boyunca yazı yazmış gibiler.
Olaylardaki mantık hatası
Bu kitapların yok olmaktan kurtulması ve keşfedilmesi Wikipedia tarafından “kayda değer” olarak tanımlanır. Doğru kelime bu değil; doğrusu “hayret verici” olmalı.
Şimdi bizden neye inanmamızı istediklerini tekrarlayalım:
- Roma’nın yıkılışından sonra insanlar çok büyük miktarda yararlı bilgiyi, bu
- bilgileri en ince ayrıntısına kadar anlatan kitaplar olmasına rağmen topluca ve tümüyle unuttu.
- Antik Roma hakkında bildiklerimizin çok büyük bir bölümü, bilinen
- dünyanın tamamında sadece tek bir kopyası bulunan kitaplara dayanır.
- Kitaplar, büyük masraflar yapıp aslına sadık kalarak çoğaltmak için 1500 yıl harcamalarına rağmen bu kitapları bilmeyen veya önemsemeyen keşişlerin kontrolündeki zindanlarda çürürken ve bozulurken ele geçirilmiştir.
- Ellerinin altındaki hazinenin baş döndüren parasal değerine, yaşadıkları muazzam yoksulluğa ve bu eserleri bulanlara verilecek ödüllerin bizzat papa tarafından ilan edilmesine rağmen keşişlerden hiçbiri kendi hazine sandıklarını açığa çıkarmamıştır. Şu ana kadar incelediğim ve Roma döneminden kaldığı iddia edilen kitapların tümü kilise dışından bir hümanist tarafından kitapları koruyan cahil keşişlerin elinden kurtarılmıştır.
- Bu kitaplarda binaların ve su kemeri sistemlerinin inşası gibi pratik konularda muazzam ayrıntılar verilse de tüm bunlar, tam da yeniden işe yarar olmaya başladıkları zamana kadar tümüyle unutulmuştur. Ortaçağ yazarları “yeniden keşfedildikleri” zamana kadar bu kitapların çoğundan hiç bahsetmez.
Belki de az sayıda bilim insanının, bu iddiaları ve Antikçağ’dan kalma kitaplar karşılığında dağıtılan büyük miktarlarda paraları duyunca uzun dönemli bir sahtekârlıktan şüphelenmeye başlaması şaşırtıcı değildir.
Tacitus’un Yıllıklar’ı sahte mi?
En azından bazı Antik Roma metinlerinin sahte olduğu genel kabul görüyor, çünkü şu ünlü vakada sahtekârlık yüzlerce yıl sonra tespit edilmiştir. Donationof Constantine, 4. yüzyılda hüküm süren İmparator I. Konstantin tarafından yazıldığı iddia edilen ve bütün Batı Roma’nın kontrolünü papaya bırakan bir metindi. Metin yüzlerce yıl papalık iktidarının meşruiyetine kanıt olarak kullanıldı; ta ki (bir başka hümanist) Lorenzo Valla metinde kullanılan dilin 8. yüzyıldan daha öncesine ait olmasının imkânsız olduğunu iddia edene kadar. Sonunda Vatikan da dahil herkes metnin gerçek olmadığını kabul etti.
Tacitus’un da Poggio Bracciolini tarafından uydurulmuş olduğu fikri ilk kez 1800’lü yıllarda, John Wilson Ross tarafından yazılan bir kitapta ortaya atıldı. Ross, kitapların Roma döneminde yazılmış olma ihtimalinin neden düşük olduğuna dair birçok argüman öne sürer ve burada bunların hepsinden bahsetmem mümkün değil, ama, sadece en ikna edici argüman olduğu için değil aynı zamanda tarihsel kayıtlardaki gizemli aksaklık ve çelişkilerin tarihçiler tarafından nasıl üstünün örtüldüğünü ve “düzeltildiğini” gösterdiği için bu argümanlardan sadece birini burada ele alalım.
Londra’nın ilk dönem tarihinin şöyle olduğu düşünülür: Romalılar Britanya’ya gittiklerinde karşılarında medeniyet şöyle dursun daha tarım yapmayı bile tam öğrenememiş barbar kabilelerin yaşadığı vahşi topraklar bulurlar. Bu kabileleri kolayca egemenlikleri altına alırlar ve Londra’daki Romalı yerleşimi MS 43 yılında başlar. Arkeologlar Londra’nın, yüzölçümü olsa olsa bir buçuk kilometrekare -günümüzde Hyde Park’ın yüzölçümü kadar- bir alanı kaplayan küçük bir köy olduğunu düşünüyor. Civarda, Verulamium’daki yerleşimler gibi daha büyük ve daha önemli başka yerleşim yerleri de vardı. İhraç edilecek hiçbir şey olmadığından bu dönemde ciddi ticari faaliyetler olamazdı, zaten çevre topraklar İceni kabilesi ile birlikte yönetiliyordu ve Britanya Romalıların ilgisini çekebilecek hiçbir şey üretmiyordu.

Boudica’nın yıkıp geçtiği sıralarda Roma hâkimiyetindeki Londra’yı gösterdiği iddia edilen bir 19. yüzyıl haritası
Yine de Tacitus’a göre Londra, sadece 17 yıl sonraki İceni isyanı sırasında bütün Roma İmparatorluğu’nda bilinen bir ticaret merkezi haline gelmişti. Modern çevirilerin Tacitus’un bu tuhaf düşüncesinin üzerini nasıl örtmeye çalıştığını görmek son derece ilginç. Latince ve modern İngilizce metinleri karşılaştıralım:
“Yine de Suetonius büyük bir kararlılıkla düşman bir topluluğun arasından geçerek, belli bir koloninin adıyla anılmasa da birçok tüccar ve ticaret gemisinin uğrak yeri olan Londinium’a yürüdü.”
“Uğrak yeri.” Bu da Latince orijinali:
At Suetonius mira constantia medios inter hostes Londinium perrexit, cognomento quidem coloniae non insigne, sed copia negotiatorum et commeatuum maxime celebre.
“Maxime celebre”nin ne anlama geldiğini bilmek için sular seller gibi Latince bilmeye gerek yok, yine de hâlâ merak ediyorsanız buradan Google Çeviri’ye bağlanabilirsiniz. Çevirisi “en ünlü”dür. Ross alternatif olarak ve muhtemelen çok daha doğru olan şu çeviriyi veriyor:
Yıllıklar’ı Tacitus yazmış olsaydı, Londra’dan “tüccarlarının ve mallarının bolluğu nedeniyle dikkat çekici bir şekilde ünlendi” diye bahsedeceğine inanmak saçmalığın dik âlâsıdır.
Ross’un da işaret ettiği gibi, etrafı ilkel kabilelerle çevrili ve Hyde Park büyüklüğündeki Londra’nın sadece 17 yılda önemsiz bir yerden bütün kıtada tanınan bir ticaret limanına dönüşmüş olması hiç inandırıcı değil. Öte yandan, hayatı boyunca Londra ve Londra’daki şaşılası refah hakkında anlatılanları dinleyen Floransalı bir Rönesans düzenbazının şehrin Antikçağ’da da müreffeh olduğunu varsayma hatasına düşmesi gayet inandırıcı.
Sonuç
Tacitus’un çeviri sırasında “düzeltilmesi”nin hikâyesi, yıllar içinde sessiz sedasız üstü örtülen diğer dikkat çekici gizemleri de incelemek için zemin hazırlıyor. Tarih makul olanın sınırlarını zorlayan veya standart zaman çizelgesiyle çelişen tuhaf kayıtlarla ve geçmiş tanıklıklarla dolu. Bunlar, Antikçağ yazarlarının yaptıkları hatalar veya kafa karışıklıkları olarak kabul edilerek ve tekil veri noktalarını görmezden gelip kendi içinde tutarlı bir anlatı oluşturmak amacıyla ayıklanıyor.
Son yıllarda akademik bilgilerin birçoğunun şüpheli olduğuna dair gitgide artan bir farkındalık oluştu. Psikoloji ve biyoloji konulu makalelerdeki bilgiler sonradan doğrulanamıyor. Sosyal bilimler alanındaki makaleler istatistik hatalarıyla dolu. İktisatçılar sonradan epey bir yanlış olduğu ortaya çıkan tahminlerde bulunuyor. Bunların tümü bir kategori olarak karşımıza çıkıyor.
Temel nedenin orantısız teşvikler olduğu fikri genel kabul görüyor: Yani araştırmacılar araştırmaları doğru olduğu için değil makale yayımladıkları için ödüllendiriliyor ve sadece kendi meslektaşlarından oluşan kurullara karşı sorumlu oluyorlar. Psikoloji ve ekonomi gibi bilimsel denilen alanlar böyle ciddi sorunlar barındırıyorsa, tarih ve arkeolojinin karanlık dehlizlerinde nasıl bir dehşet pusuda bekliyordur?
Daha fazla antik sırrı ifşa etmek üzere ikinci bölümde buluşalım!
